Otuza kadar yapılacaklar listesi!!

0

Posted by little drop of poison | Posted in | Posted on 14:02

29. doğumgünüm geçti ve artık 30 yaşa kadar bir sene eksi bir hafta var. Şaşırtıcı şekilde bir önceki listedekilerin baya bir kısmını yapmayı becermişim, tabi daha kat etmek gereken çok yol var... 25'imdeyken bu blogda yazdığım listeye iki yeni madde ekledim, bunlar da yapmazsam içimde kalacak şeyler, buyrunuz ektedir:

* galata köprüsünden balık tutmak 
* istanbulda/hatta belki bursa'da hamama gitmek 
* bir rock festivalinde çadırda kalmak



Brian K. Vaughan'dan erkeksiz dünya: Y- Son Adam (Y-Last Man)

0

Posted by little drop of poison | Posted in | Posted on 14:03

Şimdi başlığı okuyunca benim gibi çizgiroman cahilleri Brian K. Vaughan da kim ki diyecekler. Hemen önyargıyla yaklaşmayın. Aslında pek çoğumuz onu şu son birkaç yılda epey yakından tanımış sayılırız. Lost dizisinin yazarlarından biri olan Brian K. Vaughan, çizgiroman dünyasının baba figürlerinden biri (bunları çizgiroman delisi erkek arkadaşımdan dolayı biliyorum tabi); hem Marvel, hem DC, hem de Y'ın yayınlandığı Vertigo'ya yazıyor, üstelik X-Men'den Spider'mane Batman'den Wolverine'e bütün de bir parmağı var. Burada Brian K. Vaughan'ın çizgiromanlarına dair ukalalık yapacak değilim, dedim ya bu konuda cahilim; ama ilgilenenlere dumanı üstünde yepyeni bir blog adresi verebilirim: Post-apocomictic.
Brian K. Vaughan'ın çalışmalarına olan ilgim erkekarkadaşımın elime "Y- Son Adam (Y-The Last Man)" çizgiromanını tutuşturmasıyla gelişti. Vaughan ve Pia Guerra tarafından yaratılan ve 2002-2008 arası yayınlanan hikaye şöyle: 2002 yılında durup dururken bilinmeyen bir sebepten ötürü bütün erkekler ölüyor ve dünya üzerinde tek bir adamla tek bir erkek maymun kalıyor.
Şans bu ya, bu adam (veya garip ismini vermek gerekirse Yorick) Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşıyor ve annesi bir kongre üyesi. Epey bir bölüm Yorick, kendi klonunu doğurduğu için bütün bu olayların yaşandığını düşünerek kendini yargılayan bir genetikçi ve bir gizli örgüt üyesi ajanla birlikte neden dünyada kalan tek erkek olduğunu anlamanın yollarını arıyor. Olaylar geliştikçe (tabi ki) işler karışıyor, kafayı yemiş ultra feminist kendini "Amazon kızları" diye adlandıran kadınlar, Rus ajanları, İsrail gizli teşkilat üyeleri, hapishane kaçakları vesaire vesaire ne ararsanız Yorick'in peşini bırakmıyor. Boş gezenin boş kalfası, kendini "kaçış sanatçısı" olarak tanıtan Yorick'se dünyada kalan tek erkek olarak, etrafında gezen (çoğunlukla oldukça entellektüel ve mantıklı seçilmiş) kadınlar karşısında ilginç bir tezat oluşturuyor. Dünya nüfusunun yarısının, ve daha önemlisi profesyonel hayatın çoğunu oluşturan erkeklerin olmadığı dünyada tabi ki kaos yaşanıyor, teknoloji çalışmıyor, mesela Kazakistan'daki nükleer santral pek çok kişinin zehirlenmesine neden oluyor; bir yandan da geçmişte önemli işler yapmış kadınlar bir araya gelerek gücü ele geçirmeye çalışıyor.
Vaughan ve Guerra'nın bu çalışmasını bir distopya olarak adlandırmak yanlış olur. Zira distopyalar da ütopyalar gibi içinde yaşayanların bir zamanlar istemesiyle oluşmuşlar; Y-Son Adam'da ise herşey birden bire olmuş, doğa ananın günün birinde kendini Y kromozomundan temizleyeceğine inanan Amazonlar dışında bu durumdan memnun kimse yok. Y'de daha çok Saramagovari bir anlatı var; Saramago'nun "Körlük", "Yitik Adanın Öyküsü" ve diğer romanlarında olduğu gibi durup dururken bir değişken ortadan kalkıyor, veya değişiyor. Bu tip hikayeler "sihirli gerçekçilik" (magic realism) akımı olarak da adlandırılıyor ve bu türde yazara ani değişimin sonuçlarını hayal etmek düşüyor.
Sihirli gerçekçiliğin Aldous Huxley'in Brave New World örneğindeki gibi bilim kurgudan farkı, Maggie Ann Bowers'a göre bildiğimiz bir dünyada yer alması ama beklenmedik durumlar içermesiymiş. Brave New World'de ise bizim yaşadığımızdan çok farklı bir dünya anlatılıyordu. Bu akımının temsilcilerinden tanıdık isimler arasında 100 Yıllık Yalnızlık romanının yazarı Gabriel Garcia Marquez de var.
Y'yi ilgi çekici kılan pek çok detay var. Bir kere seçilen karakterler -Amerikan merkezci bir kitap olduğunu bir kenara koyarsak- toplumdan farklı kesimleri araya getirmiş. Örneğin demokrat ve cumhuriyetçi kadınlar arasında çatışma var; demokrat kadınların senatoda daha fazla temsil edilmesine sinirlenen cumhuriyetçi senatörlerin eşleri daha çok temsil edilmeleri gerektiğini söyleyerek olay çıkartıyor, demokratlarsa bunun ancak seçimle karar verilebileceğini diretiyorlar. Baya etkileyici bir sahne de ölen erkekler için anıt yapılan Washington D.C.'deki obeliskin yanında geçiyor. Maskeli olduğu için erkek olduğu anlaşılmayan Yorick, yerde oturan bir kadınla konuşmaya başlıyor:
Kadın: Bu akşam kime geldin Beth?
Yorick: Ben? Bilmem... Sanırım hala elveda demediğim bütün erkekler [...] Peki ya sen?
K: Mick Jagger
Y: Hakkaten mi?
K: Kesinlikle. Beni yanlış anlama, arkadaşlarımı özlediğim gibi kimseyi özlemiyorum ama bugün farkettim... Rolling Stones öldü.
Y: Siktir. Haklısın.
Ve sonra saymaya başlıyorlar: Dylan, Bowie, Beatles'ın geri kalanları, Eels'in hepsi, U2, Tom Petty, Tom Waits, Neil Young.
İsim konusunda da çok değil biraz uğraşılmış gibi görünüyor. Yorick Shakespear'in 5. sahnesindeki mezarcıyla konuşan kurukafanın adıymış. Hamlet onu görünce şöyle diyormuş (Shakespear tercüme etmek haddime düşmez, ingilizce veriyorum)

Alas, poor Yorick! I knew him, Horatio; a fellow of infinite jest, of most excellent fancy; he hath borne me on his back a thousand times; and now, how abhorred in my imagination it is! My gorge rises at it. Here hung those lips that I have kissed I know not how oft. Where be your gibes now? (Hamlet, V.i)

Yorick'in ablasının adı da Hero, o da yine ingilizce edebiyatı öğretmeni babalarının edebiyat sevdasından kaynaklanıyormuş. Etrafta koşuşturan Rus bir kadının ismini Natalya Zamyatin koymuşlar, ki sanırım burada "Biz" kitabıyla 20. yüzyıl distopyalarına ilham veren, hatta onların atası sayılan Yevgeny Zamyatin'e gönderme yapılmış hoşuma gitti.
Tabi bir yandan Y'de fazla göze batan ironiler de var; son erkeğin şapşal olması, son erkeğin ablasının ultra feministlerden biri olması, herkes onu bulmaya çalışırken son erkeğin kafasından geçen tek düşüncenin Avustralya'daki sevgilisine evlenme teklifi etmek olması gibi (yorumlarımda mümkün olduğunca spoiler'ı az tutmaya çalıştım). Ayrıca demin de dediğim gibi fazla Amerikan-merkezci olması ve dünyayı Amerikalılar-Ruslar-İsrailliler'e indirgemesi (en azından şu okuduğum kısım için) "ee diğerleri napıyo o arada" demeye neden oluyor.
Y'yi henüz bitirmedim onun için çok da anlamlı bir bitiş yazısı yazmayı doğru bulmuyorum. Ama bana heyecan veren bir çizgiroman olduğu kesin ve toplumsal cinsiyet veya ütopya okumaya meraklı olanların da ilgisini çekeceğini düşünüyorum.

nişanlanmanın yeni fransızca adı PACS mı?

1

Posted by little drop of poison | Posted in | Posted on 11:54

Özellikle evlenemeyen homoseksüellerin resmileşme yolu olarak ortaya çıkan PACS'ı artık heterolar da ciddiye almalı gibi görünüyor.

Üniversiteye başlayana kadar sadece iki Fransız arkadaşım vardı; ikisi de aynı ismi ve soyadı taşıyan iki farklı Fransız kız... Geçtiğimiz günlerde ikinci Fransız arkadaşımın (ona Fransız 2 diyelim) da diğer gibi bir süredir birlikte olduğu erkek arkadaşıyla PACS'landığını öğrendiğimde bu PACS işini heteroseksüel anlamda daha ciddiye almaya başladım. Zira ilki (Fransız 1) bana PACS'landığını söylediğinde birlikte olduğu kişinin kadın mı erkek olduğunu anlayamadığım için yaklaşık yarım saat boyunca zamir kullanmadan konuşmaya çalışmış ve bir türlü yarı damadın kişisel özelliklerini (ne iş yaptığını, kaç yaşında olduğunu) soramamış, onun yerine cinsiyeti de anlamaya çalışan yuvarlak sorular sormak zorunda kalmıştım: örn. aa gerçekten mi ne kadar zamandır berabersiniz? birlikte neler yapıyorsunuz? nasıl tanıştınız? eviniz nasıl? kim dekore etti? ayakkabıların çok güzelmiş, onları kim seçti? gibi... Benim kıvırmaya çalıştığımı farketmiş olacak ki Fransız 1 de epey bir süre dayanmıştı il/lui zamirini kullanmak için. Neyse ki Fransız 2 de olaya hakimdim ve böyle bir kıvranmaya gerek kalmadı.
Tespitimize dönecek olursak, PACS'ların etrafımızda bu kadar yer almaya başlaması ve artık sadece bir Fransız işi olmakla kalmayıp yabancı damat/gelinlere de bulaşması (Fransız 2'nin PACS'ı Avustralya'da gerçekleşmiş), onun sadece belli ülkelerde değil ama genel literatürde yeni bir "hayat birleştirme" yolu haline geleceğini veya en azından evlenmenin bir önceki etabı olacağını gösteriyor olabilir mi? Eğer öyleyse, yavaş yavaş modası geçen evlilik müessesesi tekrar güçlenebilir mi?
Bu sonuca varmadan önce tekrar PACS'ın tam olarak ne olduğunu gözden geçirmek iyi olabilir. Wikipedia'dan aktarmak gerekirse, PACS, yani "Pacte civil de solidarité" iki yetişkin (aynı cinsiyet veya karşıt cinsiyetlerden olabilirler) arasında yapılan bir sivil birleşmeyi tanımlıyor. Hukuki anlamda PACS bir kontrat aslında; sadece ben çamaşırları yıkarım sen yemeği yap tarzında bir anlaşma olmaktan daha öteye geçerek bu kişileri mahkeme önüne veya belediyedeki memurun önüne götürüyor. Yarı-evlilik olarak da görülebilecek bu anlaşmayla (400 Euro gibi bir para da veriliyormuş) kişiler ortak yaşayarak birbirlerinin sosyal güvencelerinden (fransada bunlara dahil olanlar; vergi yükümlülükleri, sosyal ve çalışma hakları, vatandaşlık hakları, evlatlık alma) faydalanabiliyorlar. William Edmiston ve Annie Duménil'in "La France Contemporaine" (2009) kitabına göre 1999'dan 2008'e kadar geçen sürede 350bin kontrat yapılmış ve bunların yüzde 88'i bir kadınla bir erkek arasında gerçekleşmiş ve bu kontratların sadece yüzde 12'si (yüzde 40'lık boşanma oranıyla karşılaştırılırsa) sonra erdirilmiş.
Benim bu yazıdaki tezim PACS'ın evliliğin yerine geçeceği üzerine değil, evlilik müessesesi içinde olan nişanlılık müessesesi yerine geçeceği üzerinde duruyor; iki kişiyle yapılan muhabbetsel kalitatif veriye dayanan bu tezim tamamen afaki olmakla birlikte çok mantıksız olmayabilir.
Bu iki kurumu karşılaştırmak için o halde şimdi de "nişanlılık" olgusunu ele alalım ve hatta bunu bir kez daha wikipedia'dan alınmış bir resimle süsleyelim.

(William Adolphe Bouguereau- The Proposal, 1872)


Nişanlılık, Türk sosyal ve hukuki geleneğine göre (Abik, 2005) batılı kültürlere benzer bir şekilde "bir kadın ile bir erkeğin, ileride birbirleriyle evleneceklerini karşılıklı olarak vaat etmeleridir" ve "evlenmeye deneme dönemi olarak hizmet etmekte", "[nişanlıların] bu dönemde birbirlerini daha yakından tanıma fırsatı [bulmasını], birbirlerinin maddi ve manevi değer hükümlerini öğrenmeye çalışmasını [sağlamaktadır]. Bu açıdan nişanlanma bir "ön sözleşme"dir.
Sosyal bağlamda bakıldığında, nişanlanma müstakbel gelin ve damadın birbirlerini daha iyi tanıması dışında, sosyal çevrelerini de daha iyi tanımasını beraberinde getirmektedir. İlişkilerin daha kapalı ve mesafeli yaşandığı Türkiye gibi toplumlarda nişanlılık, önceden tanışıp da hayatlarını birleştirmek isteyen gençlerin sosyal çevrelerini evliliğe hazırlamak için bir etap olur, daha önce tanışmamış, örneğin görücü usulü evlenen çiftler içinse hem bireylerin birbirlerini hem de yine sosyal çevrelerin birbirlerini tanımalarına fırsat tanır.
Biz PACS'la karşılaştırmamızı tabi bu ikinci grup üzerinden değil de, evlenme kararını bir şekilde kendi almış, ve hatta nispeten daha özgür "dolaşma hakları" edinmiş bireyler açısından ele alalım; yine de göreceli olarak ikinci örnekle de karşılaştırma yapabiliriz. Şöyle düşünelim, Türk örneğinde birlikte dışarıya çıkabilen, rahatça görüşebilen bir çiftin bu işi resmileştirmek için atacağı adım sosyal ve tartışmalı-ama-biraz hukuki bağlamda nişanlılık gibi görünüyor. Bu sayede çift birbirini daha iyi tanıma fırsatı buluyor (Burada bahsedilen tanıma fırsatı yine sadece sosyal/kişisel ve ilişkisel bağlamda değil, evlilik bağlamında, yani hukuki hakların, sosyal güvencelerin de dahil olduğu daha katıilişkisel bağlamda).
Benzer yaşlardaki bir Fransız veya yarı Fransız çifti de benzer şekilde bu fırsatı tanımak istiyor, üstelik onlar çoktan aile yuvasından uçup gittiklerinden (+18) ev geçindirme, Fransız olduklarından da sosyal güvencelere dair sorunlarının cevaplandırılmasını istiyor ve çareyi PACS'ta buluyor. Üstelik artık aileleri onların sosyal hayatlarına müdahaleyi azalttığı için bu kararı kendileri verebiliyor, düğün dernek, kına hamam düşünmeden belediye binalasına kendi başlarına gidip imzayı atabiliyorlar. Sonuçta durumdan memnunlarsa, kendi istedikleri bir süre sonra (genel nişanlılık süresi olan "bir yıl/on yedi ay"dan farklı olarak), belki boşanmak üzere evlenmeyi tercih ediyor.
İkinci Türk tarzı birliktelikle karşılaştırma yapılmasını isteyenler içinse; cemaatsel bir hayat birleştirme olayında özne cemaat koruyu cemaat olarak düşünülürse, bireyci bir bakış açısında özne bireyler koruyucu da hukuk olarak düşünülebilir.
PACS'ın Fransa dışında tutup tutmayacağı, günün birinde bizim topraklara da uğrayıp uğramayacağı tartışılır. Ama gün geçtikçe artan PACS trendi bana göre Fransızlar için "fiançaille"ın (nişanlılık) pabucunu dama atabilir.
Modası geçmeye başlayan evlilik müessesesine gelince; belki modası geçiyor ama onu hala pek çok kişi kullanıyor. Evlilik olgusunun sorunlu hale gelmesinde eğer boşanma önemli bir yer teşkil ediyorsa, o halde günümüz şartlarına göre daha iyi karar verilmiş bir evlilik, mesela PACS ile her iki tarafında neyin ne olduğunu gördüğü bir evlilik, daha başarılı sonuçlanabilir. Gerçi yine de önemli olan iki tarafın da "evlendim, nasıl olsa benim artık" diye düşünüp göt göbek salmaması (amanın ciddi makalede göt göbek dedi!).

yıldızlara uyuz oluyorum

0

Posted by little drop of poison | Posted in | Posted on 01:05

hani bazı dönemler astroloji okumalarında şöyle birşeyler yazar ya, "ayın bu evrelerinde iletişim konularında sıkıntı çekeceksiniz", kariyer bağlamında tam öyle bir döneme girmiş durumdayım. ancak internetteki astrolojici bunu yalanlıyor:
"Conversations flow quickly and connections come even more easily when chatty Mercury also enters your 3rd house on February 10. If you're seeking work, it's a great time to reach out to people, and if you're content where you are, this is an excellent time to increase your knowledge base and build up professional contacts."
hiç de öyle olmuyor bir kere, tam tersi oluyor. kime mail attıysam cevap alamadım, bu durumdan dolayı son derece mutsuzum.. bu şekilde devam etmesi durumunda, kendimi akademik kariyer yerine reklamcılığa bırakmak zorunda kalabilirim bir dönem, ki onun bile ne kadar iyi gittiği şüpheli.
moralimin düşük olması sağlığıma da yansıyor galiba; bir süredir mide ağrılarıyla uğraşıyordum, şu son iki gündür de müthiş bir yorgunluk ve boğaz ağrısı içindeyim. dün bütün gün uyudum neredeyse ve yorulacak pek birşey de yapmamıştım. bütün bu tıkanıklıkların açılması için bir adım atmam gerekiyor sanki, ama bunun ne olduğuna dair bir fikrim yok. umarım yakında öğrenirim...

herkesin böyle bir listesi olmalı!

0

Posted by little drop of poison | Posted in | Posted on 14:25

ppffff ne kadar istesek de istemesek de yaşımız büyüyor (yaşlanmanın kibarcasından bahsediyorum). 25 yaş benim için pek hoş olmadı, zira çok büyük bir sayı ve ben kendimi ona layık görmüyorum. daha azıyla idare edelim efendim demek de işe yaramayacağına göre mahkus kaderimizi kabullenmemiz gerekiyor. aynı durumun 30 yaşında olmaması için bir liste yapıyorum, herkes bunu yapmalı. (bu yaştan alzheimer'ımın başladığını düşünürsek, kendi yazılarımı bile hatırlamıyorum, 30 yaşına kadar ne yapmam gerektiğini aradabir hatırlamak için böyle bir yazının varlığı iyi olacak diye düşünüyorum) evet 5 yıl içinde neler olsa keşke?

1. minimum 2 kitap yazmış olmak güzel olurdu. aslında bu pek açıklayıcı bi ifade değil; zira akademik de yazmak lazım edebi de; ikisinden de birer tane diyim.
2. hadi bunun yanına bikaç (min. 5?) makale ekleyelim..
3. yani bunlara göre akademik dünyada kariyer sahibiyim ne mutlu bana; böyle farklı yazım dallarında da boy göstermek güzel olur (ne çok şey istiyorum, bunları 30a kadar yapsam wonderwoman olurum: dergi makaleciliği, senaryoculuk; yok ama senaryoculukla ilgili çok iddialı değilim 0 daha 35te tamamlanıcak, red carpet olayı ;)
4. e kendime ait bi evde yaşamak
5. evlenmiş olmak?
6. henüz çocuk sahibi olmamak (evet evet)
7. şu yerlere mutlaka gitmiş olmak: new york, dublin, hmmm burada tıkandığıma inanmıyorum, uuu uzak doğuda biyer (çin mi japonya mı?), uuu latin amerika (hangisi peki küba, arjantin, brezilya?), yakınlara geri dönelim hepsine gidemem zaten, türkiyede karadeniz, antep, urfa, nemrut, mardin, van da olabilir
8. evimde kendime ait bir telkari atölyesi olması! (zanaat olarak yapıyorum herhangibir iddiam yok, yapsam da bana yeter, eşe dosta hediye ederim gümüş parası karşılığında :)
9. uuu kendime ait güzel bir fotoğraf makinesi! (yani güzel fotoğraflar da çekiyorum yihu! )
10. mümkünse paris, londra'dan birinde tekrar veya newyorkta ilk kez bir süre yaşamak (azcık canım uzun demiyoruz 3 ay 6 ay filan) (beş yıl o kadar da uzun bi süre diil aslında, bu pek olmayabilir gibi; evet 2 kitap 5 makale yazdım bunu yapamıyorum di mi)
11. başka ne istiyorum? huzurlu olmak istiyorum (11. sıraya koymak da iyi)
12. roland garros finaline gitmek (umurdan çaldım)
13. avrasya maratonuna katılmak (bitirmek süper koşmak gibi bi iddiam yok katılmak yeter)
14. mini cooper!
15. tango öğrenmiş olmak
16. ispanyolca öğrenmek
17. osmanlıcaya başlamak

all you need is love

1

Posted by little drop of poison | Posted in | Posted on 15:30

eğer gerçekten ihtiyacımız olan tek şey aşksa, hızlı internet bağlantıları veya sütlü çikolatalar neden bizi bu kadar çok cezbediyor? yoksa onlara da mı aşığız? eğer öyleyse hem
çikolatası hem sevgilisi olan birisi hala tekeşli sayılabilir mi? çünkü erkeklerin çikolatayı kıskandıkları su götürmez bir gerçek. peki sadece çikolatası olanlar ihtiyaçları giderilmiş gibi
hissediyorlar mı? sevgiliden önce çikolatası olanlar sevgiliyi mi aldatmış sayılırlar çikolatayı mı? peki hızlı internetin bu ilişkideki yeri nedir?

carrie bradshaw

0

Posted by little drop of poison | Posted in | Posted on 01:11


facebook güzel birşey. tez konunuz olan ırak türkleriyle ilgili grupları tararken bir anda kendinizi
ülkenin doğu illerindeki aşiretlere merakla bakarken bulabilir, daha sonra buradan amerika'ya geçip, sadece kan bağıyla (evlilikle bile değil) aileden olan sicilyalıların, godfather geyikleriyle dolu duvar yazılarını okuyabilirsiniz.

uykusuzluksa kötü birşey. gecenin 2:45inde, ışıklar kapalıyken hangimiz daha çok vızz sesi çıkartabiliriz diye birbiriyle yarışan besili sivrisineklere kafayı takmanıza yol açar, daha çok uykunuz kaçar. önce tez savunmanızda nelerden bahsedeceğinizi düşünürsünüz, zorlayıcı sorulara şıp diye verilecek cin cevaplar gelir aklınıza, ama bu cevaplar nedense gerçek hayatta hiç de öyle şıp diye ortaya çıkmazlar, sonra bu düşündüklerinizi tekrar tekrar düşünürsünüz. geleceğe dair planlar yaparsınız. genelde uykusuzluk buna yarar. ileriye dönük, aslında hiçbir zaman yapılmayacak dahiyane fikirler gelir aklınıza. insanlara cömertsinizdir o dünyada, hediyeler vermeyi düşünürsünüz size iyilik yapanlara, veya avaz avaz, hiç cimrilik etmeden bağırırsınız sinir olduklarınıza.


o sıralar takıldığınız dizideki karakter gibi olmak istersiniz. tam olarak değil hayır, size uygun yanlarıyla onun gibi olmak istersiniz. yazar olmak istersiniz mesela, insanların uzaktan görünce yüzünde tebessüm belirten, "iyi ki siz varsınız" denen, uğruna kocaman partiler verilen yazarlardan. sonra tek eksiğinizin bir kadeh kozmopolitan olmadığını farkedersiniz ve kendinizi bir nebze tatmin edebilmek için sinematografik hayatınızla klavyenin karşısına geçip aslında tarzınız da olmayan bir yazı yazmayı denersiniz. aslında yazılmayı bekleyen sizin tarzınız başka yazılar bilgisayarın tozlu klasörlerinde tekrar açılmayı bekliyordur. ama açmazsınız. sorgulamazsınız. nasıl ki muhtemelen son dönemlerde yaşadığınız stresten kaynaklanan kolunuzdaki benimsi şeyin iyi huylu mu yoksa kötü huylu mu olduğunu sorgulamak istemiyorsanız, sizi günün birinde o partili yazarlardan biri haline getirmeye aday hikayenizi neden açıp bir türlü bitirmediğinizi de sorgulamak istemezsiniz. zaten yazarın dediği gibi istemezseniz istemezsiniz.

e iyi geceler.